Genç rahip Mark Brain ölümcül bir hastalığa yakalanmıştır. Anlatı, doktorun Başrahip'e bu haberi vermesiyle başlar. Rahibin en fazla iç yıl ömrü kalmıştır ama bundan kendisine söz edilmez. Kalan kısacık yaşamında meslek anlayışına göre doğruyu bulması için (bu zorlanmayı gerektirir) Başrahip onu ıssız, uygarlıktan uzak, yalnız Kızılderililerin yaşadığı bir bölgeye atar. Burası soğuk, son derece de dağlık bir bölgedir.Genç rahibin, Kızılderililerin beyaz adama güven duymadığını anlaması için birkaç Kızılderili gözü görmesi yetmiştir. Mark yavaş yavaş Kızılderilileri tanır. Beyazların inançları arasında onlara ait hiçbir şeyin olmadığını görür. Basit ya da duygusal değildirler. İlkel de değildirler. Bu insanların yaşam biçimlerinin, dünya görüşlerinin, beyazların kurduğu dünyaya karşı duydukları korkunun doğru ve yerinde olduğunu anlar. Yaşadığımız dünyanın beyazlarca kabul ettirişmiş değerlerini bir kez daha gözden geçirir: Kızılderililer haklıdır!Zamanın yaklaştığını anlayan Mark, baykuşun kendi adını söylediğini duyar. Köyün bilgelerinden birine bunu anlatır. Yaşlı kadın onu avutmayı bile düşünmez. Baykuş ölecek adamın adını söyler.
Üç yıllık ömrünün kaldığını bilmeyen Mark Brian’ın gönderildiği Kızılderili köyünün adı Kingcome. Kral/Tanrı Mark için gelecek, köy için geleceği de söylenebilir. Metni misyonerlik faaliyetlerinin “yabanları” doğru yola itelemek için ne şekilde sürdürüldüğünün anlatımından ibaret olarak görebiliriz ama anlatılan tek bir hikâye bu görüşü eksik kılar. Bir Kızılderiliyle karşılaşan rahibin hikâyesi bu, ya da buna benzer bir şey. Rahip, Kızılderiliye cennetle cehennemden bahseder. Kızılderili için bunların bir önemi yoktur, anlatılana kadar. İnanmaya başlar başlamaz o da henüz gidilmeyen bir yerin özlemini ve korkusunu yaşamaya başlar ki gideceğinin de garantisi yoktur. Bir hikâye daha: Mark’ı Kingcome’a yollayan Başrahip, yazdığı bir mektupta Eskimo Taguna’dan bahseder. Kısa bir süre önce kutuplara gönderilen bir görevli, gittiği yerdeki topluluğun bir ferdi olan Taguna’nın rahip olmasını sağlar ve halkının sorunlarını çözmek konusunda Taguna’dan yardım ister. Taguna, sorunun ne demek olduğunu öğrenmek ister. Rahip, Taguna’yı üçüncü katın penceresinden sallandırsa ortaya çıkan şeyin sorun olarak adlandırılacağını söyler. Taguna noktayı koyar; kurtarılırsa her şey yoluna girer, düşürülürse hiçbir şeyin önemi kalmaz, öyleyse sorunu olan rahiptir, topluluğun insanları değil. “Bize ne yaptınız?” diye soran yerlinin sorusunun cevabı metnin bu kısımlarında gizli; beyazlar yerlilerin topraklarına geldiler ve inançlarını verip doğal kaynakları aldılar, tipik bir sömürü. Anlatılan hikâyenin sömürgeleştirme serüveni hakkında kilit noktalar taşıdığını düşünüyorum, bazılarına yer vereceğim. Bu mevzuyu bir kenara bırakırsak Mark’ın Kızılderililerle kurduğu ilişki üzerinden binlerce yıllık bir kültüre yakından bakma şansımız oluyor, bu iyi. Nehrin, ağacın, baykuşun ve pek çok varlığın kadim inanışlardaki yerlerini nasıl aldıklarını görebiliyoruz, doğa manzaraları müthiş bir dinginlik sağlıyor derken okur olarak yeşille mavinin içinde bir yerlerde kaybolduğumuzu hissediyoruz. Craven, yeni dünyayla eski dünyayı bir araya getirmeye çalışıyor ve başarıyor bunu; her ne kadar beyaz adamın tahakkümü rahatsız edici boyutlara ulaşsa da farklı inançların belli noktalarda bir araya gelebildiklerini görmek güzel.
Margaret Craven 1901’de doğup 1981’de ölmüş. Stanford’da tarih okumuş ve gazetecilikle iştigal etmiş daha çok, anladığım kadarıyla. Birkaç metni var, Again Calls The Owl sonuncusu. Baykuş bu kez Craven’ın adını söylemiş ve bir süre sonra Craven bu dünyadan göçmüş, Mark’ın kendi adını bir baykuştan duymasına imrenmiş olmalı. İnanışa göre bir baykuştan adınızı duyarsanız pek zamanınız kalmamış demektir. Mezarınızın üzerinde biri yürürse de ürperirsiniz. Brüksel lahanasını yoğurtsuz yaparsanız lanetlenmeniz çok olası. Bu sonuncusunu salladım ama yoğurt şart, hatta bana bu lahana işini öğreten hanımdan tarifini aldığım sosu dökmezsem başıma küller yağa. Kısacası Mark Birader işini kolayladıktan sonra adını duyuyor ve bir süre sonra göçüp gidiyor, görevini yerine getirdiği için de Başrahip’in umduğu gibi tam bir din adamı olarak ayrılıyor bu dünyadan. Kendisine ölümüyle ilgili bir şey söylenmemiş olması kısmı sanırım pek etik değil ama bunu söylemek için dini yönüm de pek müsait değil, Başrahip’in vardır bir bildiği deyip durmadım üzerinde. Kilise’nin böyle bir uygulaması olabilir; doktor bile hastasından bilgi saklıyorsa Kilise’nin gücü bireysel özgürlüklerin ötesinde demektir. Anlatı 1960’larda geçiyor bir de, insan haklarının nispeten geliştiği bir zaman. Neyse, İngiliz Kolumbiyası’nda Kingcome nam köye giden bir Mark var elimizde, kibar ve nazik bir insan kendisi, doktoruna göre iki yıl yaşarsa iyi. Başrahip’in has adamlarından Caleb da geliyor kendisiyle, yolda Kızılderililer hakkında bilgi veriyor. İstiridye kabuklarının olduğu yerde Kızılderililer var, potlaç olayında hediyenin altında kalmamak için neleri varsa verebiliyorlar, adetleri garip, modern dünyadan uzakta yaşıyorlar ve köylerinin dağılmaması için modernlikten uzak duruyorlar ama yakınlardaki kentte okulların ve iş imkanlarının olduğunu biliyorlar, çocuklar yavaş yavaş okula gitmeye başlamışlar ve beyaz adamın adetlerini benimseyip köye dönmüyorlar, buna benzer şeyler. Köyün kuruluş efsanesinde bile arketipik ögelere rastlamak mümkün; iki kardeş bir kurdun derisinin altında yolculuk yaparlarken köyün bulunduğu alana gelmişler ve biri yürümeye devam ederken diğeri evini yapmış, yerleşmiş. Kendi yansılarını köyün civarındaki coğrafi şekillere vermiş; köyün yerli dilindeki adı Ke, “içerlek yer” anlamına geliyor. Civardaki dağa Hup-Zo demiş, “Sesli Dağ”. Coğrafya dili, dil coğrafyayı biçimlemiş. Bir toprağa duyulan aidiyetin sağlam temellerini burada görebiliriz. Hayvanlar, ağaçlar, rüzgar, nehir, her şey köyün bir parçasıdır ve köylüler kadar değerlidir, köy sadece bir toprak parçasından ibaret değildir, ruhu civarındaki ve içindeki her şeye sinmiş durumdadır. Kente giden köylülerin yarattığı üzüntüyü bir düşünün.
Mark’ın köyün adetlerini öğrenmesi zaman alıyor ama her birini de teker teker görüyor. Köylülerin ölülerini ağaçlara asmaları, ağaçlardan düşen ölülerin yosun tutan kafataslarının yaşamla ölüm arasında yarattığı ironinin cenaze memuru tarafından anlaşılmaması, ölen bir çocuğun cenazesinin ardından köydeki yaşamın hiçbir şey olmamış gibi normale dönmesi, pek çok şey. Ölünün ardından tutulan yas, ertesi günün doğurganlığı karşısında sönüyor ve yaşam tekrar başlıyor, her gün tekrardan. Köydeki yaşama uyum sağlayan Mark, zamanla köyün yaşlılarıyla ve gençleriyle tanışıyor, tabii öncesinde köylülerin dahil olduğu topluluğun adını öğreniyor: Kvakütıl. Telaffuzuna çalışıyor ve köyün bir parçası haline geldiğini hissediyor yavaş yavaş, insanlara yardım ettiğini gördükçe ve geleneklere giderek alıştıkça. Örneğin araştırma yapmak için gelen bir antropoloğun topluluğun adını yanlış söylemesi bile ona köylülerden biri olduğunu düşündürüyor. Kraliçe Victoria döneminden kalma resmi dili kullanmayı bırakıp teklifsizce konuşması da bir başka ilerleme oluyor, dil farklılıkları yavaş yavaş ortadan kalktıkça insanların arasındaki duvar da yıkılıyor. Başrahip’in amacı biraz buydu; insanlara yardımcı olmak ve Mark’ın bu yardımcı olma duygusunu tatmasını sağlamak. Bunların yanında hayatı da öğreniyor Mark; örneğin Kita’yla Gordon’ın aşkı ve Jim’in sonucu belirsiz bekleyişi insanlar hakkında bilmediklerini öğrenmesini sağlıyor. Jim Kita’yla evlenmek istiyor ama öncesinde Kita’yla Gordon’ın yaşaması gereken bir şeyler var, Jim Kita’ya kavuşacağını biliyor çünkü Gordon’ın Kita’yla uzun süre birlikte olmasının imkanı yok, Gordon taşkın bir ırmakken Kita durgun bir su, Jim’in iddiası bu. Gerçekten de Gordon kente okumaya gittiği zaman beyaz insanlara benziyor ve kendisiyle birlikte gelen Kita’yı bırakıyor, Kita yıkılmış bir şekilde köyüne dönüyor ve Gordon’dan olan çocuğunun doğumunu bekliyor. Jim, çocuğu kendi çocuğu gibi seveceğini söyleyip Kita’nın yanında oluyor. Böyle şeyler.
Tahakküm bahsi. Notlarımdan denk geldiklerimi alayım. Hükümetin dans törenini yasakladığını öğreniyoruz, böylece bir gelenek anlamsız hale gelmiş ve yeryüzünden silinmiş, artık dans etmiyor yerliler. Yaşlılar tehlikenin farkında oldukları için en başta dillerini korumak istiyorlar ve çocuklara dillerini öğretmeye çalışıyorlar, biliyorlar ki dilleri elinden giderse totemler yıkılır, evler çöker, köy birkaç kalıntıdan ibaret olur.
İçki konusu için ayrı bir bölüm gerek. Yerlilere içki alma izni çıkacağını öğreniyor Mark, kentte kısa bir tatil sırasında kendisini ziyarete gelen Başrahip ve Caleb böyle söylüyorlar. Haliyle endişeleniyor Mark, yerlilerin kendilerini yerlerde bulacaklarını söylüyor. Başrahip’in cevabı: “‘Kilise yerlere aittir. En çok yerdekilere yardım etmiştir.'” (s. 79) Güzel taktik; bağımlı hale getir ve yönet. Doğal afetlerde “tanrıtanımazlarla bilinemezcilerin bile” kilisede toplandığı, bu yüzden köyde bir kilisenin olmasının çok önemli olduğu bahsi bir ikinci nokta. Üçüncüsü, Mark’ın geldiği yeri unutmaması. Ne kadar Kızılderililerin arasına karışmış olsa da bir yaşlının ricasını yerine getirmiyor; kentte kalmak isteyen bir çocukla köyde kalmak konusunda konuşmayı reddediyor. Gerçi bu bir tahakküm yöntemi değil, özgür iradenin serbest bırakılması olayı ama Mark’ın bütün iyi niyetine rağmen bir misyonla orada olduğunu unutmamak gerek, izin verildiği ölçüde yakınlık kuruyor, ötesine karışmıyor.
Ay Dansı yapılsaydı da tasvir edilseydi keşke, yerlilerin yaşamına öyle bir giriyoruz ki en ufak bir detayı bile öğrenmek istiyoruz. Basit bir şekilde anlatmış Craven, Kızılderililerin yaşamlarını örnek alarak. “Tok kalmak, sıcak kalmak, hayatta kalmak.” (s. 101)
Kitap Yorumları - (1 Yorum)
Üç yıllık ömrünün kaldığını bilmeyen Mark Brian’ın gönderildiği Kızılderili köyünün adı Kingcome. Kral/Tanrı Mark için gelecek, köy için geleceği de söylenebilir. Metni misyonerlik faaliyetlerinin “yabanları” doğru yola itelemek için ne şekilde sürdürüldüğünün anlatımından ibaret olarak görebiliriz ama anlatılan tek bir hikâye bu görüşü eksik kılar. Bir Kızılderiliyle karşılaşan rahibin hikâyesi bu, ya da buna benzer bir şey. Rahip, Kızılderiliye cennetle cehennemden bahseder. Kızılderili için bunların bir önemi yoktur, anlatılana kadar. İnanmaya başlar başlamaz o da henüz gidilmeyen bir yerin özlemini ve korkusunu yaşamaya başlar ki gideceğinin de garantisi yoktur. Bir hikâye daha: Mark’ı Kingcome’a yollayan Başrahip, yazdığı bir mektupta Eskimo Taguna’dan bahseder. Kısa bir süre önce kutuplara gönderilen bir görevli, gittiği yerdeki topluluğun bir ferdi olan Taguna’nın rahip olmasını sağlar ve halkının sorunlarını çözmek konusunda Taguna’dan yardım ister. Taguna, sorunun ne demek olduğunu öğrenmek ister. Rahip, Taguna’yı üçüncü katın penceresinden sallandırsa ortaya çıkan şeyin sorun olarak adlandırılacağını söyler. Taguna noktayı koyar; kurtarılırsa her şey yoluna girer, düşürülürse hiçbir şeyin önemi kalmaz, öyleyse sorunu olan rahiptir, topluluğun insanları değil. “Bize ne yaptınız?” diye soran yerlinin sorusunun cevabı metnin bu kısımlarında gizli; beyazlar yerlilerin topraklarına geldiler ve inançlarını verip doğal kaynakları aldılar, tipik bir sömürü. Anlatılan hikâyenin sömürgeleştirme serüveni hakkında kilit noktalar taşıdığını düşünüyorum, bazılarına yer vereceğim. Bu mevzuyu bir kenara bırakırsak Mark’ın Kızılderililerle kurduğu ilişki üzerinden binlerce yıllık bir kültüre yakından bakma şansımız oluyor, bu iyi. Nehrin, ağacın, baykuşun ve pek çok varlığın kadim inanışlardaki yerlerini nasıl aldıklarını görebiliyoruz, doğa manzaraları müthiş bir dinginlik sağlıyor derken okur olarak yeşille mavinin içinde bir yerlerde kaybolduğumuzu hissediyoruz. Craven, yeni dünyayla eski dünyayı bir araya getirmeye çalışıyor ve başarıyor bunu; her ne kadar beyaz adamın tahakkümü rahatsız edici boyutlara ulaşsa da farklı inançların belli noktalarda bir araya gelebildiklerini görmek güzel.
Margaret Craven 1901’de doğup 1981’de ölmüş. Stanford’da tarih okumuş ve gazetecilikle iştigal etmiş daha çok, anladığım kadarıyla. Birkaç metni var, Again Calls The Owl sonuncusu. Baykuş bu kez Craven’ın adını söylemiş ve bir süre sonra Craven bu dünyadan göçmüş, Mark’ın kendi adını bir baykuştan duymasına imrenmiş olmalı. İnanışa göre bir baykuştan adınızı duyarsanız pek zamanınız kalmamış demektir. Mezarınızın üzerinde biri yürürse de ürperirsiniz. Brüksel lahanasını yoğurtsuz yaparsanız lanetlenmeniz çok olası. Bu sonuncusunu salladım ama yoğurt şart, hatta bana bu lahana işini öğreten hanımdan tarifini aldığım sosu dökmezsem başıma küller yağa. Kısacası Mark Birader işini kolayladıktan sonra adını duyuyor ve bir süre sonra göçüp gidiyor, görevini yerine getirdiği için de Başrahip’in umduğu gibi tam bir din adamı olarak ayrılıyor bu dünyadan. Kendisine ölümüyle ilgili bir şey söylenmemiş olması kısmı sanırım pek etik değil ama bunu söylemek için dini yönüm de pek müsait değil, Başrahip’in vardır bir bildiği deyip durmadım üzerinde. Kilise’nin böyle bir uygulaması olabilir; doktor bile hastasından bilgi saklıyorsa Kilise’nin gücü bireysel özgürlüklerin ötesinde demektir. Anlatı 1960’larda geçiyor bir de, insan haklarının nispeten geliştiği bir zaman. Neyse, İngiliz Kolumbiyası’nda Kingcome nam köye giden bir Mark var elimizde, kibar ve nazik bir insan kendisi, doktoruna göre iki yıl yaşarsa iyi. Başrahip’in has adamlarından Caleb da geliyor kendisiyle, yolda Kızılderililer hakkında bilgi veriyor. İstiridye kabuklarının olduğu yerde Kızılderililer var, potlaç olayında hediyenin altında kalmamak için neleri varsa verebiliyorlar, adetleri garip, modern dünyadan uzakta yaşıyorlar ve köylerinin dağılmaması için modernlikten uzak duruyorlar ama yakınlardaki kentte okulların ve iş imkanlarının olduğunu biliyorlar, çocuklar yavaş yavaş okula gitmeye başlamışlar ve beyaz adamın adetlerini benimseyip köye dönmüyorlar, buna benzer şeyler. Köyün kuruluş efsanesinde bile arketipik ögelere rastlamak mümkün; iki kardeş bir kurdun derisinin altında yolculuk yaparlarken köyün bulunduğu alana gelmişler ve biri yürümeye devam ederken diğeri evini yapmış, yerleşmiş. Kendi yansılarını köyün civarındaki coğrafi şekillere vermiş; köyün yerli dilindeki adı Ke, “içerlek yer” anlamına geliyor. Civardaki dağa Hup-Zo demiş, “Sesli Dağ”. Coğrafya dili, dil coğrafyayı biçimlemiş. Bir toprağa duyulan aidiyetin sağlam temellerini burada görebiliriz. Hayvanlar, ağaçlar, rüzgar, nehir, her şey köyün bir parçasıdır ve köylüler kadar değerlidir, köy sadece bir toprak parçasından ibaret değildir, ruhu civarındaki ve içindeki her şeye sinmiş durumdadır. Kente giden köylülerin yarattığı üzüntüyü bir düşünün.
Mark’ın köyün adetlerini öğrenmesi zaman alıyor ama her birini de teker teker görüyor. Köylülerin ölülerini ağaçlara asmaları, ağaçlardan düşen ölülerin yosun tutan kafataslarının yaşamla ölüm arasında yarattığı ironinin cenaze memuru tarafından anlaşılmaması, ölen bir çocuğun cenazesinin ardından köydeki yaşamın hiçbir şey olmamış gibi normale dönmesi, pek çok şey. Ölünün ardından tutulan yas, ertesi günün doğurganlığı karşısında sönüyor ve yaşam tekrar başlıyor, her gün tekrardan. Köydeki yaşama uyum sağlayan Mark, zamanla köyün yaşlılarıyla ve gençleriyle tanışıyor, tabii öncesinde köylülerin dahil olduğu topluluğun adını öğreniyor: Kvakütıl. Telaffuzuna çalışıyor ve köyün bir parçası haline geldiğini hissediyor yavaş yavaş, insanlara yardım ettiğini gördükçe ve geleneklere giderek alıştıkça. Örneğin araştırma yapmak için gelen bir antropoloğun topluluğun adını yanlış söylemesi bile ona köylülerden biri olduğunu düşündürüyor. Kraliçe Victoria döneminden kalma resmi dili kullanmayı bırakıp teklifsizce konuşması da bir başka ilerleme oluyor, dil farklılıkları yavaş yavaş ortadan kalktıkça insanların arasındaki duvar da yıkılıyor. Başrahip’in amacı biraz buydu; insanlara yardımcı olmak ve Mark’ın bu yardımcı olma duygusunu tatmasını sağlamak. Bunların yanında hayatı da öğreniyor Mark; örneğin Kita’yla Gordon’ın aşkı ve Jim’in sonucu belirsiz bekleyişi insanlar hakkında bilmediklerini öğrenmesini sağlıyor. Jim Kita’yla evlenmek istiyor ama öncesinde Kita’yla Gordon’ın yaşaması gereken bir şeyler var, Jim Kita’ya kavuşacağını biliyor çünkü Gordon’ın Kita’yla uzun süre birlikte olmasının imkanı yok, Gordon taşkın bir ırmakken Kita durgun bir su, Jim’in iddiası bu. Gerçekten de Gordon kente okumaya gittiği zaman beyaz insanlara benziyor ve kendisiyle birlikte gelen Kita’yı bırakıyor, Kita yıkılmış bir şekilde köyüne dönüyor ve Gordon’dan olan çocuğunun doğumunu bekliyor. Jim, çocuğu kendi çocuğu gibi seveceğini söyleyip Kita’nın yanında oluyor. Böyle şeyler.
Tahakküm bahsi. Notlarımdan denk geldiklerimi alayım. Hükümetin dans törenini yasakladığını öğreniyoruz, böylece bir gelenek anlamsız hale gelmiş ve yeryüzünden silinmiş, artık dans etmiyor yerliler. Yaşlılar tehlikenin farkında oldukları için en başta dillerini korumak istiyorlar ve çocuklara dillerini öğretmeye çalışıyorlar, biliyorlar ki dilleri elinden giderse totemler yıkılır, evler çöker, köy birkaç kalıntıdan ibaret olur.
İçki konusu için ayrı bir bölüm gerek. Yerlilere içki alma izni çıkacağını öğreniyor Mark, kentte kısa bir tatil sırasında kendisini ziyarete gelen Başrahip ve Caleb böyle söylüyorlar. Haliyle endişeleniyor Mark, yerlilerin kendilerini yerlerde bulacaklarını söylüyor. Başrahip’in cevabı: “‘Kilise yerlere aittir. En çok yerdekilere yardım etmiştir.'” (s. 79) Güzel taktik; bağımlı hale getir ve yönet. Doğal afetlerde “tanrıtanımazlarla bilinemezcilerin bile” kilisede toplandığı, bu yüzden köyde bir kilisenin olmasının çok önemli olduğu bahsi bir ikinci nokta. Üçüncüsü, Mark’ın geldiği yeri unutmaması. Ne kadar Kızılderililerin arasına karışmış olsa da bir yaşlının ricasını yerine getirmiyor; kentte kalmak isteyen bir çocukla köyde kalmak konusunda konuşmayı reddediyor. Gerçi bu bir tahakküm yöntemi değil, özgür iradenin serbest bırakılması olayı ama Mark’ın bütün iyi niyetine rağmen bir misyonla orada olduğunu unutmamak gerek, izin verildiği ölçüde yakınlık kuruyor, ötesine karışmıyor.
Ay Dansı yapılsaydı da tasvir edilseydi keşke, yerlilerin yaşamına öyle bir giriyoruz ki en ufak bir detayı bile öğrenmek istiyoruz. Basit bir şekilde anlatmış Craven, Kızılderililerin yaşamlarını örnek alarak. “Tok kalmak, sıcak kalmak, hayatta kalmak.” (s. 101)