PEN International’ın daveti üzerine, iki yazar, kadın yazarın Karaçam Ormanı’ndaki evinde bir araya gelir. Cezaevi, sürgün, göç gibi kapatılma ve cezalandırma deneyimlerinin ardından ıssız bir orman köyünde buluşan bu iki yazarın diyaloğu, bir yazarın devlet ve toplum eliyle adım adım sessizleştirilmesinin ve Karaçam Ormanı’nın ıssızlığında, kendi sesini kaybedişinin hikâyesiyle çakışır. Fatih Balkış dördüncü romanında zihnin karanlık ormanında ve şiddetin kör coğrafyasında okuru felsefi ve edebi bir yolculuğa çıkarıyor. Karaçam Ormanı’nda yankılanan çığlığı duymak isteyenler için...
Ekim 16, Karaçam Ormanı Buluşmaları için PEN International’ın davetlisi olarak Türkiye’nin orta batısındaki ormanda yaşayan kadın yazarın orman evine geliyor anlatıcı/yazar. On altı saatlik uçuş, yedi saatlik otobüs yolculuğu, Anadolu’nun derinliklerine varış. Göçmenliğinin ilk zamanlarında servis şoförlüğü, donat pişiriciliği gibi işler yaptıktan sonra gece bekçisi olarak çalıştığı sırada karanlık koridorları adımlıyor, yazdığı üç romanı düşünüyor, bir roman daha yazmak için elinde malzemesi varken davet mektubu gelince unutulduğunu düşündüğü yere geri dönmek istiyor, tam da unutulduğu düşüncesine alıştığı sırada, ülkesinden ayrılalı on yıl olmuşken. Yola çıkmadan önce Avusturyalı birkaç yazarın kitaplarını kütüphaneden ödünç alıyor, belki Gerhard Roth da vardır aralarında ama Bernhard kesinlikle var ki Balkış’ın metni Thomas Bernhard’ın metinleriyle, üslubuyla kurulu. Anlatıcı/persona/karakter bütünlüğünden anlatının geçtiği coğrafyaya, bir eseri ortaya koymanın imkanından/imkansızlığından düşünsel mahvoluşlara kadar. Metnin biçimi Don’u andırıyor daha çok, Bernhard’ın sonraki metinlerinde yer alan külçe anlatının yekpareliği yerine anlatı parçalarına, paragraflara yer verilmiş, çok parçalı bir yüzleşme, arayış, şahitlik. Anlatıcı ve diğer katılımcılar “içeride-dışarıda” temalı metinlerini yazacaklar, metin kitaplaşacak ama öncesinde yazar kadınla çıkılacak yürüyüşler, ormanın karanlığında düşünülecek durumlar var, şahitlik edilmesi ve anlatılması gerekiyor. Kadın yazarın iki yıllık tutukluluğu ve sonrasında -tıpkı tutuklanması gibi- hiçbir neden yokken salınması on yıl öncesinin hatırlanacak olaylarına karışıyor, anlatıcı Türkiye’den göçmeden önce Barbaros Bulvarı’nda kadınla göz göze geldiklerini hatırlıyor, on yıldan sonra karşılaşıyorlar, anlatıcıyı köy meydanından alıyor kadın, “hiç tanımadığı ve daha önce hiç okumadığı” bir yazarın gelmesine seviniyor, hakkında hiçbir şey bilmediği biriyle konuşmak daha temiz kesikler, izler bırakabilir, kendisi daha rahat anlatabilir, anlatıcının onun kitaplarını okumuş olmasına rağmen. Yazar kadının anlatıcının üzerinden anlatı kurma çabasını şurada görebiliriz: “Yaşadığınız yer hakkında hiç konuşmamış olduğunuz halde ben sizi yaşadığınız yerde hayal edeceğim ve bütün ıslah edilmiş düşüncelerim bana en büyük huzursuzluğu yaşatmak üzere geri gelecek.” (s. 16) Sonrası akış, yazar kadının düşüncelerinin anlatıyı işgal etmesi ve anlatıcının bir kayıt cihazı olarak kayda geçmesi. Yazarın yazdığı metni okuduğumuz fikrini unutmazsak, yazar kadının düşünceleri üzerinden yazılan bir metnin yazarının aslında yazar kadın olduğunu da düşünürsek, iki karakterin de yedi yıldır yeni bir şey yayımlamıyor olmasını göz önünde bulundurursak yazarın neliği iyice muğlaklaşıyor, ortada sadece hikâye kalıyor denebilir. Akışa bakalım: Kadın yazar tutuklanmadan hemen önce henüz ölen bir yazarın evindeki anma toplantısına katılıyor ve Karaçam Ormanı’ndaki inzivasına çekildiğinde ölü yazarın sessiz misafiri olmayı sürdürmek istediğini düşünüyor, böylece Gombrowicz’le aynı düzlemde -sözcüğün tam anlamıyla- var olabiliyor, serbest bırakıldıktan sonra gittiği Arjantin’de Gombrowicz’in yirmi küsur yıllık sürgünlüğünü kendisininkine ekliyor, Polonyalı yazarın Almanlar yüzünden kopan kökünün metinlerindeki anlamsal kopuşlara, absürdlüğe açtığı yolları kendi yaşamında arıyor, yazdığı metinlerde bulup bulmadığını bilemiyoruz, Buenos Aires’ten getirdiği, sonrasında İstanbul’da geliştirdiği ve kısa süreli Polonya ziyaretinde kurduğu anlatıyı tüm geçmişiyle aktarmaya çalıştığı, Şırnak’la ilgili yazısı yüzünden hapse atılmasından, hapishanede okuduğu kitaplardan, Buenos Aires’te tanıştığı diğer göçmenlerin anlatıverdikleri veya gösteriverdikleri acılardan çıkarıp ortaya koymak için uğraştığı metni anlatıcının anlatımında bulabiliriz, belki yazmaya çalışıp yazamadığı romanı, “Gombrowicz saplantısını” taşıyan metni sözleriyle oluşturmuştur, anlık bir yaratı, bir metni yazamayacak olmanın antitürevi, sabahın beşinde evden polislerce götürülmenin, sorgulanmanın, ranzalara yerleşmenin, inzivanın ve göçün hapiste başlamasının nedeni “etkisi zayıf bir yazı” ise daha iyi bir yazıyı yazamamış olmanın telafisi sözlerle sağlanabilir, metinde Amras-Watten anılmış ama Yürümek • Evet tarzı anlatıların içindeki bir anlatı sözler yoluyla ortaya çıkıyorsa, insansızlıktan taşmak bir başkasıyla mümkün oluyorsa hapisteki sosyal iğdişliğin etkisinden de bahsedilebilir, cezaların en acımasızı olduğu söylenen “habersizlik”, dış dünyanın hiçbir çatlaktan içeriye girememesi koğuştakileri hiçliğe aynı ölçüde ulaştırır, Gombrowicz’in Günlükler’inin defalarca okunmasına yol açabilir, defalarca okunan bir metnin insanı iki türlü yolculuğa çıkardığı söylenebilir, ilki okurun zihinsel yolculuğu ve ikincil tür olarak fiziksel yolculuğu ama fiziksel yolculuk bir süre daha beklemek zorunda, önce zihinsel göç gerçekleşmeli, Gombrowicz’in adımları izlenmeli, Arjantin’deki, Paris’teki günleri üzerine düşünülmeli, sonrasında okurun yolculuğunun yazarın zihinsel ve fiziksel yolculuğuna denk düşmesi gerekli, Arjantin’e gidilmeli, Polonya’ya, bu yolculuk ormanda son bulmalı, geçmişte yapılan işlerden utanılmalı bir yandan, verilen röportajlar okunduğu zaman utanılmalı, alınan veya alınmayan ödüllerden utanılmalı, Bernhard’ın tekrar tekrar bahsettiği meseleler kadın yazar tarafından ormanda, Anadolu’nun batı taraflarında, çiftçiler ve kasabalılar arasında çınlamalı, yerli bir ses bizim toprakların acılarını ve nefretini anlatmalı, başka metinlerin uçlarını kendi metnine saplayıp yapmalı bunu, yapmalıydı, bu yapılmalıydı ve yapıldı, “doğurgan bir delilik” dile geldi ama bunun bir delilik olması, akıp giden zamanın iyileştirmemesi, iyileşmenin umulmaktan öteye gitmemesi, ölülerin huzuruna imrenilmesi, bir metnin budanıp aslına ulaşması gibi meselelerden sadece birini çekmek gerekirse sonuncusu çekilmelidir ki okunan metnin ne kadar budandığı düşünülebilsin, Bernhard bir röportajında insanın bütün hayatını metinlere sığdıramayacağından, üç bin sayfa yazsa bile bunu başaramayacağından, mutlaka bir şeylerin dışarıda kalacağından, unutulacağından ve bu unutulanların asıl anlatılmak istenen, anlatılması gereken şeyler olduğundan bahsediyordu, aynı bahsin benzerini kadın yazarın da açtığını görmek pek şaşırtıcı değil, beş yüz sayfa yazdıktan sonra metni yüz elli sayfaya indirmek için iki yılını harcadığını söylerken belki de asıl anlatmak istediklerini attığını düşünüyor olabilir, böylece yazmak istediği, yazmayı bitirdiğini düşündüğü metni hiçbir zaman yazmamış olacaktır, ortaya çıkan her zaman başka bir metin olacaktır, yazma istenci belli bir ölçüde kaybolsa da her zaman başka bir metni yazarken bambaşka bir metne yol alınacaktır ya da bunların hiçbiri geçerli değildir, kadın sadece metni daha yüklü hale getirmeyi düşünmektedir, devletin bir yazarı öldürüp sonra da cenaze namazını kıldırmasını en kısa ve yoğun biçimde anlatmayı istemekte, bu isteğini yerine getirmek için biçim, neden, bir şey aramaktadır ama bulduğu şeyler belki de karakterler tarafından zorlanmakta, ortadan kaldırılmaktadır, üç karakterin bir anlatıyı nasıl darmadağın ettiğinden bahsedilmesi yine olamamaya denklenmektedir, insan olmanın yeterince parçalandıktan sonra mümkün olamamasına, parçaların gerçekliklerinin bir araya getirilmesinin imkansızlığına, Karaçam Ormanı’nın bir limbo olmasına varmaktadır bu düşünülenler, geçici olarak çok, kalıcı olarak tek kişilik bir limboya. “Çıplak tenimin, güneşin kavurduğu çıplak derimin gün geçtikçe kıllandığı, beni koruyan, ısıtan bir kürke dönüştüğü bir hayvanım. Soğukta öbürlerinden ayrılmış, yalnız kalmış, kürkünün içindeki sıcaklıkta ancak hayaller kurabilen bir hayvan. Karda sessizce adımlayan ve geriye baktığında hiç titremeksizin duran göllerin ve ovaların önüne kattığı yabanıl bir şey. Ben bir hayvanım, demişti kadın yazar, ben Roza değilim.” (s. 111)
Görünenin/anlatılanın altından akan, derin ve sorgulayıcı bir nehrin/acının romanı. Kıyıda kalan, tanınmayan bir yazar ve roman olsa da insana dair birçok şey söyleyen ve hayat adına birçok ipucu veren bir eser. Keşke okunsa, bilinse…
bir tavsiye üzerine aldığım bir kitaptı. bir yazarın karaçam ormanındaki diğer yazarın evine konuk olmasıyla yaşanan algı durumlarının paylaşıldığı değişik bir kitaptı.
Kitap Yorumları - (5 Yorum)
Ekim 16, Karaçam Ormanı Buluşmaları için PEN International’ın davetlisi olarak Türkiye’nin orta batısındaki ormanda yaşayan kadın yazarın orman evine geliyor anlatıcı/yazar. On altı saatlik uçuş, yedi saatlik otobüs yolculuğu, Anadolu’nun derinliklerine varış. Göçmenliğinin ilk zamanlarında servis şoförlüğü, donat pişiriciliği gibi işler yaptıktan sonra gece bekçisi olarak çalıştığı sırada karanlık koridorları adımlıyor, yazdığı üç romanı düşünüyor, bir roman daha yazmak için elinde malzemesi varken davet mektubu gelince unutulduğunu düşündüğü yere geri dönmek istiyor, tam da unutulduğu düşüncesine alıştığı sırada, ülkesinden ayrılalı on yıl olmuşken. Yola çıkmadan önce Avusturyalı birkaç yazarın kitaplarını kütüphaneden ödünç alıyor, belki Gerhard Roth da vardır aralarında ama Bernhard kesinlikle var ki Balkış’ın metni Thomas Bernhard’ın metinleriyle, üslubuyla kurulu. Anlatıcı/persona/karakter bütünlüğünden anlatının geçtiği coğrafyaya, bir eseri ortaya koymanın imkanından/imkansızlığından düşünsel mahvoluşlara kadar. Metnin biçimi Don’u andırıyor daha çok, Bernhard’ın sonraki metinlerinde yer alan külçe anlatının yekpareliği yerine anlatı parçalarına, paragraflara yer verilmiş, çok parçalı bir yüzleşme, arayış, şahitlik. Anlatıcı ve diğer katılımcılar “içeride-dışarıda” temalı metinlerini yazacaklar, metin kitaplaşacak ama öncesinde yazar kadınla çıkılacak yürüyüşler, ormanın karanlığında düşünülecek durumlar var, şahitlik edilmesi ve anlatılması gerekiyor. Kadın yazarın iki yıllık tutukluluğu ve sonrasında -tıpkı tutuklanması gibi- hiçbir neden yokken salınması on yıl öncesinin hatırlanacak olaylarına karışıyor, anlatıcı Türkiye’den göçmeden önce Barbaros Bulvarı’nda kadınla göz göze geldiklerini hatırlıyor, on yıldan sonra karşılaşıyorlar, anlatıcıyı köy meydanından alıyor kadın, “hiç tanımadığı ve daha önce hiç okumadığı” bir yazarın gelmesine seviniyor, hakkında hiçbir şey bilmediği biriyle konuşmak daha temiz kesikler, izler bırakabilir, kendisi daha rahat anlatabilir, anlatıcının onun kitaplarını okumuş olmasına rağmen. Yazar kadının anlatıcının üzerinden anlatı kurma çabasını şurada görebiliriz: “Yaşadığınız yer hakkında hiç konuşmamış olduğunuz halde ben sizi yaşadığınız yerde hayal edeceğim ve bütün ıslah edilmiş düşüncelerim bana en büyük huzursuzluğu yaşatmak üzere geri gelecek.” (s. 16) Sonrası akış, yazar kadının düşüncelerinin anlatıyı işgal etmesi ve anlatıcının bir kayıt cihazı olarak kayda geçmesi. Yazarın yazdığı metni okuduğumuz fikrini unutmazsak, yazar kadının düşünceleri üzerinden yazılan bir metnin yazarının aslında yazar kadın olduğunu da düşünürsek, iki karakterin de yedi yıldır yeni bir şey yayımlamıyor olmasını göz önünde bulundurursak yazarın neliği iyice muğlaklaşıyor, ortada sadece hikâye kalıyor denebilir. Akışa bakalım: Kadın yazar tutuklanmadan hemen önce henüz ölen bir yazarın evindeki anma toplantısına katılıyor ve Karaçam Ormanı’ndaki inzivasına çekildiğinde ölü yazarın sessiz misafiri olmayı sürdürmek istediğini düşünüyor, böylece Gombrowicz’le aynı düzlemde -sözcüğün tam anlamıyla- var olabiliyor, serbest bırakıldıktan sonra gittiği Arjantin’de Gombrowicz’in yirmi küsur yıllık sürgünlüğünü kendisininkine ekliyor, Polonyalı yazarın Almanlar yüzünden kopan kökünün metinlerindeki anlamsal kopuşlara, absürdlüğe açtığı yolları kendi yaşamında arıyor, yazdığı metinlerde bulup bulmadığını bilemiyoruz, Buenos Aires’ten getirdiği, sonrasında İstanbul’da geliştirdiği ve kısa süreli Polonya ziyaretinde kurduğu anlatıyı tüm geçmişiyle aktarmaya çalıştığı, Şırnak’la ilgili yazısı yüzünden hapse atılmasından, hapishanede okuduğu kitaplardan, Buenos Aires’te tanıştığı diğer göçmenlerin anlatıverdikleri veya gösteriverdikleri acılardan çıkarıp ortaya koymak için uğraştığı metni anlatıcının anlatımında bulabiliriz, belki yazmaya çalışıp yazamadığı romanı, “Gombrowicz saplantısını” taşıyan metni sözleriyle oluşturmuştur, anlık bir yaratı, bir metni yazamayacak olmanın antitürevi, sabahın beşinde evden polislerce götürülmenin, sorgulanmanın, ranzalara yerleşmenin, inzivanın ve göçün hapiste başlamasının nedeni “etkisi zayıf bir yazı” ise daha iyi bir yazıyı yazamamış olmanın telafisi sözlerle sağlanabilir, metinde Amras-Watten anılmış ama Yürümek • Evet tarzı anlatıların içindeki bir anlatı sözler yoluyla ortaya çıkıyorsa, insansızlıktan taşmak bir başkasıyla mümkün oluyorsa hapisteki sosyal iğdişliğin etkisinden de bahsedilebilir, cezaların en acımasızı olduğu söylenen “habersizlik”, dış dünyanın hiçbir çatlaktan içeriye girememesi koğuştakileri hiçliğe aynı ölçüde ulaştırır, Gombrowicz’in Günlükler’inin defalarca okunmasına yol açabilir, defalarca okunan bir metnin insanı iki türlü yolculuğa çıkardığı söylenebilir, ilki okurun zihinsel yolculuğu ve ikincil tür olarak fiziksel yolculuğu ama fiziksel yolculuk bir süre daha beklemek zorunda, önce zihinsel göç gerçekleşmeli, Gombrowicz’in adımları izlenmeli, Arjantin’deki, Paris’teki günleri üzerine düşünülmeli, sonrasında okurun yolculuğunun yazarın zihinsel ve fiziksel yolculuğuna denk düşmesi gerekli, Arjantin’e gidilmeli, Polonya’ya, bu yolculuk ormanda son bulmalı, geçmişte yapılan işlerden utanılmalı bir yandan, verilen röportajlar okunduğu zaman utanılmalı, alınan veya alınmayan ödüllerden utanılmalı, Bernhard’ın tekrar tekrar bahsettiği meseleler kadın yazar tarafından ormanda, Anadolu’nun batı taraflarında, çiftçiler ve kasabalılar arasında çınlamalı, yerli bir ses bizim toprakların acılarını ve nefretini anlatmalı, başka metinlerin uçlarını kendi metnine saplayıp yapmalı bunu, yapmalıydı, bu yapılmalıydı ve yapıldı, “doğurgan bir delilik” dile geldi ama bunun bir delilik olması, akıp giden zamanın iyileştirmemesi, iyileşmenin umulmaktan öteye gitmemesi, ölülerin huzuruna imrenilmesi, bir metnin budanıp aslına ulaşması gibi meselelerden sadece birini çekmek gerekirse sonuncusu çekilmelidir ki okunan metnin ne kadar budandığı düşünülebilsin, Bernhard bir röportajında insanın bütün hayatını metinlere sığdıramayacağından, üç bin sayfa yazsa bile bunu başaramayacağından, mutlaka bir şeylerin dışarıda kalacağından, unutulacağından ve bu unutulanların asıl anlatılmak istenen, anlatılması gereken şeyler olduğundan bahsediyordu, aynı bahsin benzerini kadın yazarın da açtığını görmek pek şaşırtıcı değil, beş yüz sayfa yazdıktan sonra metni yüz elli sayfaya indirmek için iki yılını harcadığını söylerken belki de asıl anlatmak istediklerini attığını düşünüyor olabilir, böylece yazmak istediği, yazmayı bitirdiğini düşündüğü metni hiçbir zaman yazmamış olacaktır, ortaya çıkan her zaman başka bir metin olacaktır, yazma istenci belli bir ölçüde kaybolsa da her zaman başka bir metni yazarken bambaşka bir metne yol alınacaktır ya da bunların hiçbiri geçerli değildir, kadın sadece metni daha yüklü hale getirmeyi düşünmektedir, devletin bir yazarı öldürüp sonra da cenaze namazını kıldırmasını en kısa ve yoğun biçimde anlatmayı istemekte, bu isteğini yerine getirmek için biçim, neden, bir şey aramaktadır ama bulduğu şeyler belki de karakterler tarafından zorlanmakta, ortadan kaldırılmaktadır, üç karakterin bir anlatıyı nasıl darmadağın ettiğinden bahsedilmesi yine olamamaya denklenmektedir, insan olmanın yeterince parçalandıktan sonra mümkün olamamasına, parçaların gerçekliklerinin bir araya getirilmesinin imkansızlığına, Karaçam Ormanı’nın bir limbo olmasına varmaktadır bu düşünülenler, geçici olarak çok, kalıcı olarak tek kişilik bir limboya. “Çıplak tenimin, güneşin kavurduğu çıplak derimin gün geçtikçe kıllandığı, beni koruyan, ısıtan bir kürke dönüştüğü bir hayvanım. Soğukta öbürlerinden ayrılmış, yalnız kalmış, kürkünün içindeki sıcaklıkta ancak hayaller kurabilen bir hayvan. Karda sessizce adımlayan ve geriye baktığında hiç titremeksizin duran göllerin ve ovaların önüne kattığı yabanıl bir şey. Ben bir hayvanım, demişti kadın yazar, ben Roza değilim.” (s. 111)
Beklentiyi fazla yükseltmemek lazım. Edebiyatın kendi iç meseleleri ekseninde ilerleyen bir roman.
Görünenin/anlatılanın altından akan, derin ve sorgulayıcı bir nehrin/acının romanı. Kıyıda kalan, tanınmayan bir yazar ve roman olsa da insana dair birçok şey söyleyen ve hayat adına birçok ipucu veren bir eser. Keşke okunsa, bilinse…
İKİ YAZARIN KARAÇAM ORMANINDA DERTLEŞMELERİ HAPSE ATILMA,GÖÇ…
EDEBİ VE FARKLI BİR KURGU VAR.
bir tavsiye üzerine aldığım bir kitaptı. bir yazarın karaçam ormanındaki diğer yazarın evine konuk olmasıyla yaşanan algı durumlarının paylaşıldığı değişik bir kitaptı.