"Oğuz Atay'ın hikayeleri, gündelik hayatı kavrayış derinliği anlatım zenginliği ve okuru alıp götürmedeki enerjileri bakımından romanlarından geri kalmıyor. Kitaba adını veren hikayenin "korkuyu beklerken" kendini evine hapseden kahramanı, Atay'ın edebiyat güzergahındaki farklılığının en büyük kanıtlarından. Yazarın bu kitaptaki iki hikayeyle var ettiği "Beyaz Mantolu Adam"da öyle...
“Kalabalık bir topluluk içindeydi. Başarısızdı. Parası yoktu. Dileniyordu. Caminin önündeydi.” (s. 11) Dileniyor muydu gerçekten? Serbest dolaylı anlatımın oyununa uyarsak anlatıcıya inanacağız, uymazsak adamın davranışlarıyla anlatıcıyı karşılaştırıp farklı bir sonuca varacağız.
Anlatıcı, caminin avlusundaki dilencileri ve dilencilere benzeyen satıcıları biçimler. Başarısızlığı biçimler; adam konuşmadığı için “başarı kazanması” güçtür, para kazanamadığı sürece başarısızdır, “avucunu açma teşebbüsü” bile yoktur ortada. O avuç zorla açılır, “gönülsüz dilencinin” avucunu çeviren bir kadın, içine biraz para koyar ve oyunu başlattığı sanılır ama hayır, oyunu anlatıcı çoktan başlatmıştır. Bir nevi Yes Man olan adam, her şeyden önce anlatıcının zoruyla kurulur. Anlatıcının diğerlerinden bir farkı yoktur, o da insanlar arasında gezdirilen bir aynadan/adamdan yansıyandır. Toplumun bir parçası, biçimleyicilerin ilki.
“Eski kitapların bu günlerde çok para etmesi”, tavan arasına çıkmak için yetersiz bir sebeptir. Öyle gözükse de öyle değildir çünkü tavan arasında eski kitaplardan çok daha fazlası bulunacaktır. Unutuş mesela. Hatırlayış değil. Hatırlamak her zaman sonradan gelir, gelene kadar boşluktur, Bernhard’ın deyişiyle açılan boşluk. Boşluk iyidir, dolmaya meyillidir. Öncesi ve sonrası berkitilir, üzeri kapanır. En iyisi budur, hatta tavan araları olduğu gibi yok edilmelidir. Tavan araları bilincin şekillendiriciliğini reddeder, olduğu gibi kalır. Kalmamalıdır bana göre, silinmelidir. Tavan aralarından doğan buruklukların, burukluklarda -belki- bulunan mutlulukların yerine yeninin, her zaman yeninin izi sürülmelidir.
Az önce İhsan Fazlıoğlu’nu dinliyordum, İslam medeniyetinde bilimsel çalışmaların teoloji ağırlıklı olduğunu, oysa fizik bilmeden metafiziğin anlaşılamayacağını söyledi. Hemen indirgiyorum; mektubun müellifi olan anlatıcı iki yıl önce ölen babasıyla tek yönlü bir iletişim kurarken babasına egodan, bilinçaltından, varoluştan dem vurur. Anlatıcının zamanında bunlar vardır, babasının zamanında yoktur. Doğu-Batı meselesi diyeceğim, yavan bir özet olacak. “Bana öyle geliyor ki sizin zamanınızda böyle şeyler icad edilmemişti. Sanki Osmanlıların böyle huyları yoktu gibi geliyor bana.” (s. 181)
Akış; hızlı olmasına rağmen biriktirmeyen. Birikmedikçe anlamlanmayan.
Kitap Yorumları - (5 Yorum)
“Kalabalık bir topluluk içindeydi. Başarısızdı. Parası yoktu. Dileniyordu. Caminin önündeydi.” (s. 11) Dileniyor muydu gerçekten? Serbest dolaylı anlatımın oyununa uyarsak anlatıcıya inanacağız, uymazsak adamın davranışlarıyla anlatıcıyı karşılaştırıp farklı bir sonuca varacağız.
Anlatıcı, caminin avlusundaki dilencileri ve dilencilere benzeyen satıcıları biçimler. Başarısızlığı biçimler; adam konuşmadığı için “başarı kazanması” güçtür, para kazanamadığı sürece başarısızdır, “avucunu açma teşebbüsü” bile yoktur ortada. O avuç zorla açılır, “gönülsüz dilencinin” avucunu çeviren bir kadın, içine biraz para koyar ve oyunu başlattığı sanılır ama hayır, oyunu anlatıcı çoktan başlatmıştır. Bir nevi Yes Man olan adam, her şeyden önce anlatıcının zoruyla kurulur. Anlatıcının diğerlerinden bir farkı yoktur, o da insanlar arasında gezdirilen bir aynadan/adamdan yansıyandır. Toplumun bir parçası, biçimleyicilerin ilki.
“Eski kitapların bu günlerde çok para etmesi”, tavan arasına çıkmak için yetersiz bir sebeptir. Öyle gözükse de öyle değildir çünkü tavan arasında eski kitaplardan çok daha fazlası bulunacaktır. Unutuş mesela. Hatırlayış değil. Hatırlamak her zaman sonradan gelir, gelene kadar boşluktur, Bernhard’ın deyişiyle açılan boşluk. Boşluk iyidir, dolmaya meyillidir. Öncesi ve sonrası berkitilir, üzeri kapanır. En iyisi budur, hatta tavan araları olduğu gibi yok edilmelidir. Tavan araları bilincin şekillendiriciliğini reddeder, olduğu gibi kalır. Kalmamalıdır bana göre, silinmelidir. Tavan aralarından doğan buruklukların, burukluklarda -belki- bulunan mutlulukların yerine yeninin, her zaman yeninin izi sürülmelidir.
Az önce İhsan Fazlıoğlu’nu dinliyordum, İslam medeniyetinde bilimsel çalışmaların teoloji ağırlıklı olduğunu, oysa fizik bilmeden metafiziğin anlaşılamayacağını söyledi. Hemen indirgiyorum; mektubun müellifi olan anlatıcı iki yıl önce ölen babasıyla tek yönlü bir iletişim kurarken babasına egodan, bilinçaltından, varoluştan dem vurur. Anlatıcının zamanında bunlar vardır, babasının zamanında yoktur. Doğu-Batı meselesi diyeceğim, yavan bir özet olacak. “Bana öyle geliyor ki sizin zamanınızda böyle şeyler icad edilmemişti. Sanki Osmanlıların böyle huyları yoktu gibi geliyor bana.” (s. 181)
Akış; hızlı olmasına rağmen biriktirmeyen. Birikmedikçe anlamlanmayan.
Tutunamayanlardan önce bu eseri okumamı tavsiye etmişlerdi heyecanla başlıyorum
herşey tutunamayanlarla başladı ve devam ediyor. çok güzel bir kitap daha.
Çok güzelll bütün öyküler beni etkiledi. En çok korkuyu beklerken adlı öyküsü aklımda kaldı ama.
Öyküleri de romanları gibi harika. Öykü seviyorsanız mutlaka okumalısınız.