'Bahar aylarındayız. Akşamüstü.Ölüm Adası Manhattan'daki Empire State Binası'nın lobisinin zemininde yanan ocağın dumanı, bir aylandız ağacı cengeline dönüşmüş olan 34. Sokak'ın üzerinde asılı. Mavi gözlü, uzun çeneli, iki metre boyunda, yüz yaşında bir adam, vaktiyle taksi olan bir şeyin arka koltuğuna yerleşmiş, cengelin içindeki küçük bir açıklıkta oturuyor.O adam benim.Adım Dr. Wilbur Nergis-11 Swain.Amerika Birleşik Devletleri'nin eski başkanıyım. En son Başkan, en uzun boylu Başkan, Beyaz Saray'da ikamet ederken boşanan tek Başkan, en hilkat garibesi Başkan.' Yakın gelecek ABD.Herkese bir göbek adı vererek 'genişletilmiş yapay aileler' ve 'kardeşlik kastları' oluşturulmuş. Çinlilerin yerçekimiyle oynaması yüzünden gündelik yaşam son derece çetrefilli.Salgın hastalıklar ve enerji krizleri sonucunda ülke viran ve dünyanın geri kalanıyla ilişkisi kopmuş. New York ve Boston ve San Francisco limanları yeniden ormanlarla kaplanmış. Makineler çalışmıyor.21. yüzyıl edebiyatının son ilham kaynağı Kurt Vonnegut daha önce Hacıyatmaz ismiyle yayınladığımız Paldır Küldür ile yeniden huzurlarınızda...
Vonnegut’tan yine kuduruk bir metin. Biraz durulu yahut kontrollü bir kudurma var, daha bir otobiyografik nitelikler taşıdığı için sanıyorum. Girizgâh bölümünde böyle diyor yazar, abisi ve ablasıyla ilişkilerini ve aile yaşamını anlatırken üstesinden gelmeye çalıştığı saçmanın denetimli bir şekilde arttığını görürüz. Alman köken dünyanın gördüğü en büyük savaşlarla birlikte bilinçaltına itildikçe küçük parçalara ayrılıp unutulan anıların yine parçalı bir biçimde ortaya çıkması biçemin bir açıklaması olabilir, olmayabilir, bilemiyorum. Anlatının sürekli tekrarlanan sözcükleri abiden veya abladan, onu anlıyoruz, bir de April bunu Hacıyatmaz olarak basmış zaten, ikinciye almış oldum. Hoşuma gitmedi. Neyse, bir durum şiiri diyor Vonnegut, Laurel-Hardy’ninki gibi çabalamalar ve yenilgiler absürt bir şekilde zincirlenecek ve olaylar patlak verecek ama Vonnegut’ın yaşamından -kendi yansıttığı ölçüde- biraz daha bahsetmeliyim.
“Hayatın bana nasıl geldiği hakkında.” (s. 9) Kaderle pazarlık ve içtenlik aşkı dahi kapsıyor, bu yüzden aşka geniş bir parça ayrılmıyor da çok parçalı yapının bir köşesinde şöyle bir yer veriliyor. Hayatın gelişinde tecrübeler ve yaşananları yerli yerine oturtma çabası var Vonnegut için, bu yüzden akıl hastalığını başka bir gezegendeki bambaşka bir yaşama dönüştürebiliyor veya küçük yaşlarda kaybettiği çok çılgın bir amcasını kaybetmeye mahkum bir bilimkurgu yazarına dönüştürüp yazarın ipe sapa gelmez hikâyelerini amcasının deli işi cümlelerinden çekip çıkarabiliyor, Vonnegut bence yaşamın her bir parçasını kusursuz bir biçimde dönüştürüp değiştirebildiği için büyük bir yazar. Edebi ölçüde şahane bir durum, muhtemelen içinde yaşadığı toplumun yapısıyla ilgili. Kendisi ABD’nin ve kapitalist dünyanın dönüştürücülüğünden de bahsediyor. Değerlerinden ayrılan insanlar yedek parçalar haline geliyor ve koca bir fabrikanın sürekli işlemesini sağlıyor. Değersizleştirmenin ödülü sağlık poliçeleri ve kanser haline geldiğinde boşalacak yer bir başkası tarafından çoktan dolduruluyor. Kabus gibi. Günümüz dünyası.
Başka, tekrarlanan sözcükler dedim ama cümleleri de katmalıyız. Ablanın dört çocuğu var ve kadın kırklı yaşlarında kansere yakalandığı için ölmek üzere. Hayatı paldır küldür bir güldürü olarak tanımlıyor. Kitabın adı buradan çıkıyor ama orijinal adıyla bir ilgisi yok, çevirmenin takdiri. Bu paldır küldür güldürüye üç beş yerde daha rastlayacağız, henüz başlangıçtan kurtulup asıl metne geçemedik. Geçiyoruz.
Post-apokaliptik bir dünyada Empire State Binası’nda Dr. Wilbur Nergis-11 Swain yaşıyor. Ortalık cengele dönmüş, yıkım ortada bina falan bırakmamış. Empire State bir sembol, belki de nasıl bir dünyada yaşandığının unutulmaması için korkuluk gibi yükseliyor. “İnsanlar, buraya gelmeyin ve çarkın bir parçası olmayın. Sonuçta savaş çıkıyor ve ölüyorsunuz.” Güzel bir metafor bence. Neyse, en yakın komşu yarım kilometre mesafede. Manhattan’a Ölüm Adası deniyor çünkü Yeşil Ölüm denen bakteriyel bir nane yüzünden nalları dikmemiş pek kimse yok. Yer çekimi azalıp artıyor, erkekler durduk yere sertleşiyor, bildik Vonnegut delilikleri işte. Oralara hiç giremiyorum; adam bir bölümde anlatının bir birim kadar ilerlemesini sağlıyorsa komik ve tuhaf deliliklerinden de bir birim sokuşturuveriyor araya, hangisinden bahsedeyim yani.
Rockefeller olarak doğan -ünü ve parayı düşünün, of be- adamımızın bir de tek yumurta ikizi vardır, Eliza Mellon Swain. Bunlar fizyolojik anomalilerle doğar; dört meme ucu, altışar parmak, kiremit gibi sert ve köşeli çeneler, balon gibi bir kafa. Neandertalsi diyor Wilbur/anlatıcı. Kısa sürede ölmeleri bekleniyor ama ölmüyorlar, beyinsiz olmaları bekleniyor ve beklentileri boşa çıkarmamak için beyinsiz taklidi yapıyorlar ama aslında inanılmaz zekiler, bir arada oldukları zaman telepat bile olabiliyorlar. Anneyle baba bunları dedelerinin süper lüks bir malikanesinde bırakıyorlar, başlarına bakıcıları dikiyorlar ve ölmelerini bekliyorlar. Bunlarsa keşfettikleri gizli bir kütüphanede okuyorlar, öğreniyorlar. Gerçi sadece Wilbur okuyabiliyor, Eliza seziyor. Bombastik ikizler canım. Gezegenin ve insanların haline bakarak embesil rolüne bürünmeleri ve bu şekilde mutlu bir şekilde yaşamaları kadar güzel bir iğneleme pek az okumuşumdur. Vonnegut komikliğiyle birleşince daha güzel oluyor.
Rol sona eriyor, anne-babanın üzüntüsünü bitirmek istiyorlar ve gerçek kimliklerini açıklıyorlar ama daha kötü oluyor her şey. Deneyler, medyanın ilgisi derken ikizler kopartılıyor, Eliza akıl hastanesine düşüyor ve yıllarca orada kalıp kardeşine düşman kesiliyor. Wilbur standart bir zekaya sahip olduğu için vasatlıktan ölmeden hemen önce tıbbı bitiriyor, doktor oluyor ve kardeşini hastaneden çıkartıyor ama çok geç, kız Çinlilerin izinden Mars’a gidiyor ve orada kayaların altında kalıp ölüyor. İkilinin müthiş zekası sonsuza dek kayboluyor. Bunun acısı çekilecek ama aşk ve mutluluk gibi, hatta çoğu duygu gibi satır aralarında gizlidir.
Wilbur ABD başkanı oluyor, dünya ayvayı yiyor, sona geliyoruz. Vonnegut zaten kuru sayılmayacak bu hikâyeye Çinlileri, Arnavut Gribi ve Yeşil Ölüm gibi pandemik dehşetleri, feodal düzenin çatışmalarını, yalnızlıktan deliren insanlar için Wilbur’un uydurduğu akrabalık bağı sistemi -dileyen Sarıasma, Nergis, Burger veya başka herhangi belli bir şey olabiliyor- ve uydurduğu yeni mezhepleri katarak kaçık bir dünya yaratıyor.
Wilbur iyi denedi ama Çinliler daha iyi denedi sanırım, 1976’da son noktası konan bu metinde şahane müneccimlikler görebiliriz. Vonnegut yıldızlara bakmayı bırakmaz, geleceği gördüğü gibi kendi anlatılarını da görür orada.
Bir Vonnegut metninin daha sonuna gelmenin üzüntüsüyle burada bırakıyorum, içeride keşfedilecek çok abukluk ve bunlardan yola çıkarak düşünürsek yaşamımızda başa gelecek çok çok acayip hadiseler var. Sizin de yapacağınız iki şey var tabii; Vonnegut okumak ve yaşamak. Parçalar halinde.
Kitap Yorumları - (3 Yorum)
Vonnegut’tan yine kuduruk bir metin. Biraz durulu yahut kontrollü bir kudurma var, daha bir otobiyografik nitelikler taşıdığı için sanıyorum. Girizgâh bölümünde böyle diyor yazar, abisi ve ablasıyla ilişkilerini ve aile yaşamını anlatırken üstesinden gelmeye çalıştığı saçmanın denetimli bir şekilde arttığını görürüz. Alman köken dünyanın gördüğü en büyük savaşlarla birlikte bilinçaltına itildikçe küçük parçalara ayrılıp unutulan anıların yine parçalı bir biçimde ortaya çıkması biçemin bir açıklaması olabilir, olmayabilir, bilemiyorum. Anlatının sürekli tekrarlanan sözcükleri abiden veya abladan, onu anlıyoruz, bir de April bunu Hacıyatmaz olarak basmış zaten, ikinciye almış oldum. Hoşuma gitmedi. Neyse, bir durum şiiri diyor Vonnegut, Laurel-Hardy’ninki gibi çabalamalar ve yenilgiler absürt bir şekilde zincirlenecek ve olaylar patlak verecek ama Vonnegut’ın yaşamından -kendi yansıttığı ölçüde- biraz daha bahsetmeliyim.
“Hayatın bana nasıl geldiği hakkında.” (s. 9) Kaderle pazarlık ve içtenlik aşkı dahi kapsıyor, bu yüzden aşka geniş bir parça ayrılmıyor da çok parçalı yapının bir köşesinde şöyle bir yer veriliyor. Hayatın gelişinde tecrübeler ve yaşananları yerli yerine oturtma çabası var Vonnegut için, bu yüzden akıl hastalığını başka bir gezegendeki bambaşka bir yaşama dönüştürebiliyor veya küçük yaşlarda kaybettiği çok çılgın bir amcasını kaybetmeye mahkum bir bilimkurgu yazarına dönüştürüp yazarın ipe sapa gelmez hikâyelerini amcasının deli işi cümlelerinden çekip çıkarabiliyor, Vonnegut bence yaşamın her bir parçasını kusursuz bir biçimde dönüştürüp değiştirebildiği için büyük bir yazar. Edebi ölçüde şahane bir durum, muhtemelen içinde yaşadığı toplumun yapısıyla ilgili. Kendisi ABD’nin ve kapitalist dünyanın dönüştürücülüğünden de bahsediyor. Değerlerinden ayrılan insanlar yedek parçalar haline geliyor ve koca bir fabrikanın sürekli işlemesini sağlıyor. Değersizleştirmenin ödülü sağlık poliçeleri ve kanser haline geldiğinde boşalacak yer bir başkası tarafından çoktan dolduruluyor. Kabus gibi. Günümüz dünyası.
Başka, tekrarlanan sözcükler dedim ama cümleleri de katmalıyız. Ablanın dört çocuğu var ve kadın kırklı yaşlarında kansere yakalandığı için ölmek üzere. Hayatı paldır küldür bir güldürü olarak tanımlıyor. Kitabın adı buradan çıkıyor ama orijinal adıyla bir ilgisi yok, çevirmenin takdiri. Bu paldır küldür güldürüye üç beş yerde daha rastlayacağız, henüz başlangıçtan kurtulup asıl metne geçemedik. Geçiyoruz.
Post-apokaliptik bir dünyada Empire State Binası’nda Dr. Wilbur Nergis-11 Swain yaşıyor. Ortalık cengele dönmüş, yıkım ortada bina falan bırakmamış. Empire State bir sembol, belki de nasıl bir dünyada yaşandığının unutulmaması için korkuluk gibi yükseliyor. “İnsanlar, buraya gelmeyin ve çarkın bir parçası olmayın. Sonuçta savaş çıkıyor ve ölüyorsunuz.” Güzel bir metafor bence. Neyse, en yakın komşu yarım kilometre mesafede. Manhattan’a Ölüm Adası deniyor çünkü Yeşil Ölüm denen bakteriyel bir nane yüzünden nalları dikmemiş pek kimse yok. Yer çekimi azalıp artıyor, erkekler durduk yere sertleşiyor, bildik Vonnegut delilikleri işte. Oralara hiç giremiyorum; adam bir bölümde anlatının bir birim kadar ilerlemesini sağlıyorsa komik ve tuhaf deliliklerinden de bir birim sokuşturuveriyor araya, hangisinden bahsedeyim yani.
Rockefeller olarak doğan -ünü ve parayı düşünün, of be- adamımızın bir de tek yumurta ikizi vardır, Eliza Mellon Swain. Bunlar fizyolojik anomalilerle doğar; dört meme ucu, altışar parmak, kiremit gibi sert ve köşeli çeneler, balon gibi bir kafa. Neandertalsi diyor Wilbur/anlatıcı. Kısa sürede ölmeleri bekleniyor ama ölmüyorlar, beyinsiz olmaları bekleniyor ve beklentileri boşa çıkarmamak için beyinsiz taklidi yapıyorlar ama aslında inanılmaz zekiler, bir arada oldukları zaman telepat bile olabiliyorlar. Anneyle baba bunları dedelerinin süper lüks bir malikanesinde bırakıyorlar, başlarına bakıcıları dikiyorlar ve ölmelerini bekliyorlar. Bunlarsa keşfettikleri gizli bir kütüphanede okuyorlar, öğreniyorlar. Gerçi sadece Wilbur okuyabiliyor, Eliza seziyor. Bombastik ikizler canım. Gezegenin ve insanların haline bakarak embesil rolüne bürünmeleri ve bu şekilde mutlu bir şekilde yaşamaları kadar güzel bir iğneleme pek az okumuşumdur. Vonnegut komikliğiyle birleşince daha güzel oluyor.
Rol sona eriyor, anne-babanın üzüntüsünü bitirmek istiyorlar ve gerçek kimliklerini açıklıyorlar ama daha kötü oluyor her şey. Deneyler, medyanın ilgisi derken ikizler kopartılıyor, Eliza akıl hastanesine düşüyor ve yıllarca orada kalıp kardeşine düşman kesiliyor. Wilbur standart bir zekaya sahip olduğu için vasatlıktan ölmeden hemen önce tıbbı bitiriyor, doktor oluyor ve kardeşini hastaneden çıkartıyor ama çok geç, kız Çinlilerin izinden Mars’a gidiyor ve orada kayaların altında kalıp ölüyor. İkilinin müthiş zekası sonsuza dek kayboluyor. Bunun acısı çekilecek ama aşk ve mutluluk gibi, hatta çoğu duygu gibi satır aralarında gizlidir.
Wilbur ABD başkanı oluyor, dünya ayvayı yiyor, sona geliyoruz. Vonnegut zaten kuru sayılmayacak bu hikâyeye Çinlileri, Arnavut Gribi ve Yeşil Ölüm gibi pandemik dehşetleri, feodal düzenin çatışmalarını, yalnızlıktan deliren insanlar için Wilbur’un uydurduğu akrabalık bağı sistemi -dileyen Sarıasma, Nergis, Burger veya başka herhangi belli bir şey olabiliyor- ve uydurduğu yeni mezhepleri katarak kaçık bir dünya yaratıyor.
Wilbur iyi denedi ama Çinliler daha iyi denedi sanırım, 1976’da son noktası konan bu metinde şahane müneccimlikler görebiliriz. Vonnegut yıldızlara bakmayı bırakmaz, geleceği gördüğü gibi kendi anlatılarını da görür orada.
Bir Vonnegut metninin daha sonuna gelmenin üzüntüsüyle burada bırakıyorum, içeride keşfedilecek çok abukluk ve bunlardan yola çıkarak düşünürsek yaşamımızda başa gelecek çok çok acayip hadiseler var. Sizin de yapacağınız iki şey var tabii; Vonnegut okumak ve yaşamak. Parçalar halinde.
Çok sevdiğim Vonnegut’un adı gibi paldır küldür ilerleyen harika romanı. 🙂
Adı gibi bir roman. Her şey paldır küldür oluyor. Akıcı ve sürükleyici güzel bir roman. Herkese tavsiye ederim.