“Villiers, Paris’te Baudelaire’in kötülük ve günahla oynadığı gibi, acımasızlık kavramıyla oynamak istiyordu. Ama maalesef günümüzde bunlarla oynayamayacak kadar birbirimizi iyi tanıyoruz. […] Kendini düşsel düelloların ve anlatıların yaşlı başkişisi gibi duyumsayan, neredeyse yoksul denebilecek bu büyük beyefendi, imgesini Fransız yazın tarihine kabul ettirdi.”Jorge Luis Borges
Umut İşkencesi: Aragon Yahudisi haham Aser Abarbanel, İspanyalı engizisyoncular tarafından idam edilmeden önce teselli edilir; sevinmesi gerekmektedir zira dünyadaki sınanışı sona ermek üzeredir. Rakip(!) dinin sayı kazanması da işin içindedir ama çok ulu din kisvesinin altında lafı bile edilmez. Neyse, günahlardan arınma zamanı gelmiştir, sıralamada sonuncudur Abarbanel, en son o yakılacaktır. Kendisini karanlığa terk ettikleri hücrenin kapısının kilitli olmadığını fark etmesiyle birlikte ateşten kurtulabileceğini düşünür, umudu doğurur. Umut acıyı uzatır ama öncesinde erteler, dehlizlerde oradan oraya koşturan ve askerlerle göz göze gelmesine rağmen görülmeyen haham, tanrısının yol gösterdiğine inanır ve çayıra çimene çıkar, koşmaya başlar. Özgürdür, Büyük Engizisyoncu karşısına çıkana kadar. “‘N’oldu, evladım? Tam kurtuluşun eşiğindeyken… bizi terk etmek mi istediniz?'” (s. 22) Babasının kendisini neden terk ettiğini sorması amaçlanmışsa eğer, kurtuluş gerçekleşmiş demektir, ateşten önce gelmiştir. Kaçış sırasında adamın umudunun kademe kademe artması ve tanrının işiymiş gibi gözüken şansının yardımıyla birçok kez yırtması, acıyı öz yıkıma, inancın yitirilmesine yol açacak kadar çoğaltır.
Ortam fena gotik, Borges’in belirttiği gibi Poe’nun Kuyu ve Sarkaç nam öyküsündeki mekanın bir benzeri var. İşkencenin türü farklı; burada psikolojik bir işkence var, Poe fiziksel bir açmaz sunuyor. Sanıyorum buradaki daha ağır. Poe’nun çizdiği duvarlar bellidir ve deus ex machina sayesinde mevzu çözülür. Buradaysa daha şeytani bir iş vardır; duvarların varlığı unutturulur.
Tse-i-la’nın Serüveni: Çin’in sihirli dünyasına bir yolculuk. Konuk Kaplan’da Çinlilerin doğaüstünü aynadan yansıyanlar olarak gördüğünü söylüyor Borges, burada da Pussahlar varlıklarıyla bu durumu perçinliyor. Tanrıların ülke sorunlarına doğrudan müdahale edebilmeleri, Buda rahipleri tarafından hurafelerin sürmesi gibi pek çok etkenin arka planını oluşturduğu bu öykü, bir nevi “kral çıplak” durumunun anlatısıdır. Villiers de l’Isle-Adam, öykülerinde sıkı bir uzam yaratmadan olaya girmiyor.
Kafası çalışan bir adam gelir, adamlarının önünde imparatora bir teklifte bulunur. Güruhun içinde kendisini kimlerin öldürmek istediğini söyleyecektir, karşılığında imparatorun kızını ve okkalı bir hazineyi alıp uzayacaktır. Olayın aslı da şu; imparator bu berduşu öldürse kimlerin kendisini öldürmek istediğini bilmediğini gösterecek ve kendisini savunmasız bırakacaktır. Tam tersi blöftür ama sağlam blöftür, imparator şartları kabul eder ve hiçliğin üzerine kurulmuş bir güvene ve var olmayan bir bilgiye sahip olur.
Koz: Yazarın sözcükleri incelikli yaratıcılardır, en ince detaylara kadar kurulan karakterler ve mekanlar basit fikirler üzerine kurulmuş öyküleri katman katman derinleştirir. Bu öykü güzel bir örnek. Tussert nam rahip, kumar oynarken bitirdiği parasına karşılık ortaya kiliseyle ilgili bir sırrı koymayı teklif eder. Teklifi kabul edilir ve rahip kaybeder. Kilisenin sırrını söyleyip mekandan çıkmasıyla öykü biter: Araf diye bir şey yoktur.
Borges’e göre bu öyküyü muazzam kılan şey rahibin ruhunu çoktan kaybettiğini itiraf ediş biçimidir. Rahibin betimi küfre varan hareketlerini önceler. Mekanda rahiple gönül ilişkisi olan bir kadın da vardır, Tussert’nin şeytanı anımsattığını söyler. Tussert karşısında herkes biraz huzursuzdur, sırrın açıklanmasından az önce herkes bir boşluğu hisseder, ümitsizlik mekanı doldurmuştur, gelecek itirafın korkusu herkesi sarar. Bir din adamından duyulan sır, adamın kişiliği göz önüne alınarak gözardı edilir, unutulur. Burada mitle gerçek arasındaki çatışmanın insanda başlayıp yine insanda bittiğini görüp geçiyorum.
Kraliçe Ysabeau: Güzel bir intikam öyküsüdür. Kraliçe, aşığının başkalarıyla yattığını öğrenir ve adamla seviştikten sonra onu yaktıracağını anlatır, sevgiyle ve yavaş yavaş.
Kitaba adını veren öyküyle bir diğer güzel öyküyü geçip Vera’ya geliyorum. Son Şenliklerin Davetlisi, atmosfer değişiminin ne kadar kusursuz olabileceğiyle ilgili bir meydan okuma gibi geliyor bana. Bir grup uçarı gencin eğlencesi, aralarına yeni katılan bir adamla birlikte yavaş yavaş renklerini yitirmeye ve korkutucu olmaya başlar. Yeni katılanın oluşumu yavaştır, gençlerin diyalogları sayesinde gerçekleşir ve korkunç bir öyküyü açığa çıkarır.
Vera’ya geldim bu kez. Borges, bu öykünün Poe’nun dünyasına en yakın öykü olduğunu söyler, gerçekten de Lady Ligeia’daki ölümsüzlüğe yakın bir durum vardır ama inancın getirdiği somut gerçeklerin anlatımı belirgindir bunda.
Aşk ölümden daha güçlüdür fikri üzerine kurulmuştur. Athol Kontu’nun pek sevgili eşi öldükten sonra çekilecek acının tarifi yoktur, şuradan çıkarılabilir belki: “Birbirlerinin kalp vuruşlarıydılar.” (s. 101) Bundan daha güzel bir aşk tarifi duymamış olabilirim. Neyse, bu çift karanlık bir konağa kapanıp dış dünyadan yıllar boyunca korunarak yaşıyorlar ve kadın ölüyor, kont bütün hizmetçileri gönderip bir tanesini yanında tutuyor ve günden güne erimeye başlıyor, eridikçe kadın canlanıyor ve bir gün gerçekten de karşısında beliriyor ama adam kadının öldüğünü kendine hatırlatır hatırlatmaz her şey karanlığa gömülüyor. Mezarın anahtarı hariç kadından geriye hiçbir şey kalmıyor. Anahtar, birlikte olmaları için son bir hediye.
Wagner’in dostu, Anatole France’ın hayranlık duyduğu Villiers de l’Isle-Adam, “retorik bir romantik” olarak küstahlığı ve inceliği birlikte taşır. Kısa boyludur, yoksuldur ve aristokrattır. Yapıtlarında olduğu kadar yaşamında da oyunculdur, Borges bunları söyledikten sonra kendisinin Buenos Aires’ten başka bir yerde şiir yazıp yazamayacağını merak etmesi gibi Villiers de l’Isle-Adam’ın da kendini İspanya’dan ayrı düşünüp düşünemediğini sorgular. “İmgelem gücü ne denli zengin olursa olsun, bir şair nereye kadar zaman ve uzamdaki yerinden kaçabilir?” (s. 10) Borges’e göre yazar bunu yapabilmiştir, öykülerde İspanya yeni Fransa’dır.
Soylu bir aileden gelmesine karşın yaşamını yoksulluk içinde geçiren Villiers de Llsle-Adam, Baudelaire, Mallarme gibi ünlü yazarlarla dost olsa da hayattayken tanınmamış.
Öykülerinde burjuva ahlâkını eleştiren yazar, maddeciliğin yarattığı sıradanlıktan da nefret ediyormuş.
Son Şenliklerin Davetlisi, Babil Kitaplığı Serisi’nin içinde sevdiğim kitaplardan biri oldu.
Özellikle, Umut İşkencesi ve Son Şenliklerin Davetlisi insanın acımasızlığını, kötülüğünü gösteren etkileyici hikâyelerdi.
Aslında, genel olarak acımasızlık ve oyunbazlık hâkim hikâyelere.
Kitap Yorumları - (5 Yorum)
Umut İşkencesi: Aragon Yahudisi haham Aser Abarbanel, İspanyalı engizisyoncular tarafından idam edilmeden önce teselli edilir; sevinmesi gerekmektedir zira dünyadaki sınanışı sona ermek üzeredir. Rakip(!) dinin sayı kazanması da işin içindedir ama çok ulu din kisvesinin altında lafı bile edilmez. Neyse, günahlardan arınma zamanı gelmiştir, sıralamada sonuncudur Abarbanel, en son o yakılacaktır. Kendisini karanlığa terk ettikleri hücrenin kapısının kilitli olmadığını fark etmesiyle birlikte ateşten kurtulabileceğini düşünür, umudu doğurur. Umut acıyı uzatır ama öncesinde erteler, dehlizlerde oradan oraya koşturan ve askerlerle göz göze gelmesine rağmen görülmeyen haham, tanrısının yol gösterdiğine inanır ve çayıra çimene çıkar, koşmaya başlar. Özgürdür, Büyük Engizisyoncu karşısına çıkana kadar. “‘N’oldu, evladım? Tam kurtuluşun eşiğindeyken… bizi terk etmek mi istediniz?'” (s. 22) Babasının kendisini neden terk ettiğini sorması amaçlanmışsa eğer, kurtuluş gerçekleşmiş demektir, ateşten önce gelmiştir. Kaçış sırasında adamın umudunun kademe kademe artması ve tanrının işiymiş gibi gözüken şansının yardımıyla birçok kez yırtması, acıyı öz yıkıma, inancın yitirilmesine yol açacak kadar çoğaltır.
Ortam fena gotik, Borges’in belirttiği gibi Poe’nun Kuyu ve Sarkaç nam öyküsündeki mekanın bir benzeri var. İşkencenin türü farklı; burada psikolojik bir işkence var, Poe fiziksel bir açmaz sunuyor. Sanıyorum buradaki daha ağır. Poe’nun çizdiği duvarlar bellidir ve deus ex machina sayesinde mevzu çözülür. Buradaysa daha şeytani bir iş vardır; duvarların varlığı unutturulur.
Tse-i-la’nın Serüveni: Çin’in sihirli dünyasına bir yolculuk. Konuk Kaplan’da Çinlilerin doğaüstünü aynadan yansıyanlar olarak gördüğünü söylüyor Borges, burada da Pussahlar varlıklarıyla bu durumu perçinliyor. Tanrıların ülke sorunlarına doğrudan müdahale edebilmeleri, Buda rahipleri tarafından hurafelerin sürmesi gibi pek çok etkenin arka planını oluşturduğu bu öykü, bir nevi “kral çıplak” durumunun anlatısıdır. Villiers de l’Isle-Adam, öykülerinde sıkı bir uzam yaratmadan olaya girmiyor.
Kafası çalışan bir adam gelir, adamlarının önünde imparatora bir teklifte bulunur. Güruhun içinde kendisini kimlerin öldürmek istediğini söyleyecektir, karşılığında imparatorun kızını ve okkalı bir hazineyi alıp uzayacaktır. Olayın aslı da şu; imparator bu berduşu öldürse kimlerin kendisini öldürmek istediğini bilmediğini gösterecek ve kendisini savunmasız bırakacaktır. Tam tersi blöftür ama sağlam blöftür, imparator şartları kabul eder ve hiçliğin üzerine kurulmuş bir güvene ve var olmayan bir bilgiye sahip olur.
Koz: Yazarın sözcükleri incelikli yaratıcılardır, en ince detaylara kadar kurulan karakterler ve mekanlar basit fikirler üzerine kurulmuş öyküleri katman katman derinleştirir. Bu öykü güzel bir örnek. Tussert nam rahip, kumar oynarken bitirdiği parasına karşılık ortaya kiliseyle ilgili bir sırrı koymayı teklif eder. Teklifi kabul edilir ve rahip kaybeder. Kilisenin sırrını söyleyip mekandan çıkmasıyla öykü biter: Araf diye bir şey yoktur.
Borges’e göre bu öyküyü muazzam kılan şey rahibin ruhunu çoktan kaybettiğini itiraf ediş biçimidir. Rahibin betimi küfre varan hareketlerini önceler. Mekanda rahiple gönül ilişkisi olan bir kadın da vardır, Tussert’nin şeytanı anımsattığını söyler. Tussert karşısında herkes biraz huzursuzdur, sırrın açıklanmasından az önce herkes bir boşluğu hisseder, ümitsizlik mekanı doldurmuştur, gelecek itirafın korkusu herkesi sarar. Bir din adamından duyulan sır, adamın kişiliği göz önüne alınarak gözardı edilir, unutulur. Burada mitle gerçek arasındaki çatışmanın insanda başlayıp yine insanda bittiğini görüp geçiyorum.
Kraliçe Ysabeau: Güzel bir intikam öyküsüdür. Kraliçe, aşığının başkalarıyla yattığını öğrenir ve adamla seviştikten sonra onu yaktıracağını anlatır, sevgiyle ve yavaş yavaş.
Kitaba adını veren öyküyle bir diğer güzel öyküyü geçip Vera’ya geliyorum. Son Şenliklerin Davetlisi, atmosfer değişiminin ne kadar kusursuz olabileceğiyle ilgili bir meydan okuma gibi geliyor bana. Bir grup uçarı gencin eğlencesi, aralarına yeni katılan bir adamla birlikte yavaş yavaş renklerini yitirmeye ve korkutucu olmaya başlar. Yeni katılanın oluşumu yavaştır, gençlerin diyalogları sayesinde gerçekleşir ve korkunç bir öyküyü açığa çıkarır.
Vera’ya geldim bu kez. Borges, bu öykünün Poe’nun dünyasına en yakın öykü olduğunu söyler, gerçekten de Lady Ligeia’daki ölümsüzlüğe yakın bir durum vardır ama inancın getirdiği somut gerçeklerin anlatımı belirgindir bunda.
Aşk ölümden daha güçlüdür fikri üzerine kurulmuştur. Athol Kontu’nun pek sevgili eşi öldükten sonra çekilecek acının tarifi yoktur, şuradan çıkarılabilir belki: “Birbirlerinin kalp vuruşlarıydılar.” (s. 101) Bundan daha güzel bir aşk tarifi duymamış olabilirim. Neyse, bu çift karanlık bir konağa kapanıp dış dünyadan yıllar boyunca korunarak yaşıyorlar ve kadın ölüyor, kont bütün hizmetçileri gönderip bir tanesini yanında tutuyor ve günden güne erimeye başlıyor, eridikçe kadın canlanıyor ve bir gün gerçekten de karşısında beliriyor ama adam kadının öldüğünü kendine hatırlatır hatırlatmaz her şey karanlığa gömülüyor. Mezarın anahtarı hariç kadından geriye hiçbir şey kalmıyor. Anahtar, birlikte olmaları için son bir hediye.
Wagner’in dostu, Anatole France’ın hayranlık duyduğu Villiers de l’Isle-Adam, “retorik bir romantik” olarak küstahlığı ve inceliği birlikte taşır. Kısa boyludur, yoksuldur ve aristokrattır. Yapıtlarında olduğu kadar yaşamında da oyunculdur, Borges bunları söyledikten sonra kendisinin Buenos Aires’ten başka bir yerde şiir yazıp yazamayacağını merak etmesi gibi Villiers de l’Isle-Adam’ın da kendini İspanya’dan ayrı düşünüp düşünemediğini sorgular. “İmgelem gücü ne denli zengin olursa olsun, bir şair nereye kadar zaman ve uzamdaki yerinden kaçabilir?” (s. 10) Borges’e göre yazar bunu yapabilmiştir, öykülerde İspanya yeni Fransa’dır.
Soylu bir aileden gelmesine karşın yaşamını yoksulluk içinde geçiren Villiers de Llsle-Adam, Baudelaire, Mallarme gibi ünlü yazarlarla dost olsa da hayattayken tanınmamış.
Öykülerinde burjuva ahlâkını eleştiren yazar, maddeciliğin yarattığı sıradanlıktan da nefret ediyormuş.
Son Şenliklerin Davetlisi, Babil Kitaplığı Serisi’nin içinde sevdiğim kitaplardan biri oldu.
Özellikle, Umut İşkencesi ve Son Şenliklerin Davetlisi insanın acımasızlığını, kötülüğünü gösteren etkileyici hikâyelerdi.
Aslında, genel olarak acımasızlık ve oyunbazlık hâkim hikâyelere.
Yormadan okunan güzel bir eserdi. Borges’in de dediği gibi Umut İşkencesi adlı öykü diğer öykülere göre biraz daha öne çıkıyor.
Mahkuma çok güldüm komikti.
Fena değildi. Farklı ve ilgi çekici öyküler. Bu seriyi tamamlamak lazım.